5 Mart 2013 Salı


5 Mart 2013 . Simya Galeri Karşılaştırmalı Edebiyat Seminerinde bu akşam konumuz Vergilius, Aeneas.
Aşağıda bir zamanlar yazdığım öykü:)

8/10/2009

Ateşler içinde yanan ülkem, Dido ve Aeneas

Beyaz sayfa, kalem, kalemin ucu hareketli, ne yazdığını hiç bilmiyorum.

Hayalimde alevler içinde yanan bir kara parçası, uzaklaşan dev bir yelkenli, iki aşık yürekleri ayrı kalmış, araları gittikçe açılıyor, biri alevler içinde tutsak kalmış, diğeri başka ufuklara yelken açıyor.

Ayrılan kaderler birer başlangıçtır aslında, kaybettiğimizi düşünürken yeni mitler yaratmaya koyuluruz, bunun farkına varmamız zaman alır, taa ki yeni mit oluşana kadar.
Uzaklaşan yelkenlide Aeneas , alevler içinde yanan sevgilisi ve yok olan ülkesini düşünürken üzüntüden öleceğini sandı ama yola çıkmıştı bir kere, geri dönüşü yoktu. Aeneas bulantılar içinde yelkenlinin ahşap zeminine yapışmış, nefes alamadan kalbinin durduğunu hissetti, güneşe, uzakta yükselen alevlere rağmen dünyası karardı. Dido ise uzaklaşan sevgilisine bir ders verdiğini düşünüyordu, ülkesini ve kendini yaktığını düşünecekti, onun başka planları vardı.

Kartaca kraliçesi Dido kudretli ülkesinin tüm simyacılarını çağırdı, zamanın ötesine geçmek, sevgilisinin kuracağı ülkeyi binlerce yıl sonra görmek, Aeneas’ın eserini anlamak istiyordu. Simyacılar düşünürken bir yandan gemisini hazırlatıyordu.

Simyacılar kumların ortasında dev kütüklerin yandığı ateşin etrafında törensel devinimlerle yerlerini aldılar, gökteki yıldızlar yere yapışacakmış gibi yakın duruyorlardı. Simyacılar beyaz sarık ve elbiseleriyle gittikçe hızlanan bir dans tutturdular, hiç konuşmadan kraliçelerini geleceğe yolllamanın yollarını aradılar.

Çöl kaktüslerini, derin orman mantarlarını, binbir baharatı, yer altından çıkan binbir cevheri ateşin üzerindeki kazana atıyor döndükçe yükselen bir çığlığa dönüşüyorlardı, berrak çöl gecesini sarhoş edici bir buhar, tarif edilemez bir koku kaplıyordu.

Sabaha karşı Dido gördüğü rüyadan etkilenmiş, sarhoş gibi sendeleyerek odasının pancurlarını açmaya gitti, aşağıdaki meydanda hayat hareketlenmiş, işlerine giden , dışardaki masalarda kahvelerini içen birkaç kişi gördü. Hava güneşli, biraz pusluydu, ilkbahar yaprakları yeni tomurcuklanmış, doğanın her elementi yaşama gebeydi. Mutfağa gitti, bir kahve içip rüyasını düşünmek, ona bir anlam vermek istiyordu. Başı tonlarca içki içmiş gibi ağrıyor, ayaklarını koridorda zorlukla sürüyordu.

Bugün önemli görüşmeleri vardı, bir müze projesi için aylardır durup dinlenmeden hazırladığı proje taslağını 12 kişiden oluşan kurula sunması gerekiyordu, aslında rüya çözecek zamanı yoktu, hemen kahvesini içip hazırlandı.

Mavi tayyör, krem rengi ipek bluz, kurulu etkileyecek şıklıkta olmalıydı.

Hazırladığı müze projesi ile tezat oluşturuyordu. Müze sonsuzluk işaretini simgeleyen formda Moebius bir heykel gibi kinetik bir döngüden oluşuyordu, yarısı denize uzanan müze binası baş döndürücü bir ivme ile yukarı, sonra lunaparkardaki bugibugiler gibi hızla aşağı yöneliyor, katlar gittikçe genişleyen bir spiral oluşturuyor, genişleyen yer yüzeyinin çıkmaları camdan olduğu için aşağıdaki denizin dalgaları, inip çıkan yüzey baş döndürücü bir etki yapıyordu. Dido çalışma masasındaki makete ve bilgisayarda üç boyutu gösteren projeye hayranlıkla baktı. Kendinden memnun toplantıya gitti. Başında hala bir bulanıklık, anlam vermediği rüyanın etkisiyle bir yavaşlık vardı.

Dido akşam sevgilisiyle Romanın en şık kahvesi Gilly’de buluşup başarısını nefis bir Chianti ile kutlarken Navona meydanı ışıl ışıldı, meydanım ortasındaki rönesans heykeli ihtişamlı bir geçmisi uzerinden akan suların mırıltısıyla günümüze fısıldıyordu, gözünde birden alevler içindeki ülkesi belirdi. Sevgilisine gülümsedi.

Sabrina Fresko











18 Kasım 2009 Çarşamba

Kedim hala benimle

31/10/2009

Kedim hala benimle

Hava kristal gibi, Mercedes’e yemeğini yedirdim, ıhlamurumu içtim, Svester Sonia öğle uykusuna yatmamız için pancurları kapatıyor, odanın içinde gölgeler uçuşmaya başlıyor,uyuyamıyacağım bir yatakta daha fazla oyalanmak istemiyorum, kapı kapanınca pencereye gidiyorum, pancur aralık, itiyorum, dışarısı davetkar, giriş katındaki odadan kolayca dışarıya çıkıyorum.

Özgürlük, geniş merdiven basamaklarına dört ayaklı bastonlarım sığıyor,onlarla yürümeyi yeni öğrenmişim,uçuyorum, git git bahçe sonsuz, herşeye hayranlıkla bakıyorum, beyaz edel weiss çiçekleri tomur tomur açmış, bir gölette kuğular yüzüyor, köpeklerle dolu bir çite kadar geliyorum. Sonrasını pek hatırlamıyorum, ismimi bağıran bir kalabalık, hepsi kızgın, korkmuş, hastaneye girince, yemek yok cezalısın diyorlar, zaten yemek yemiyorum, verdikleri elma pürelerine hiç alışamadım, sabah kakaolu süt, reçel, siyah ekmeği seviyorum, öğlen uykusundan sonra bir muz, bir kare bitter çukulata, 2 hurma. Bahçe gezintim karanlık bir odada cezaya kalmamla sonuçlanıyor, gine de içimde bir mutluluk, güneş ve doğa içime dolmuş, seviniyorum.

Afoltern’in en yaramaz çocuklarından biriyim, koridorda 3 tekerlekli bisikletimle sürat yapıyorum, öğle uykusuna yatırdıklarında kapıda düt düt diye ses yapıp ışıkları yanıp sönen svester ziline basıp ortalığı velveleye veriyorum. Bir gün benden büyüklerin çalıştığı bir atölyeye götürüyorlar, sepet ve kanaviçe işler yapılıyor, orada bütün öğleden sonra sessiz işimi yapıyorum, Mavi, kalın, delikli bir kumaşa kanaviçe çarpılar işliyorum. Sabah Mercedes’e yemeğini veriyorum, kolları da poliolu, onu çok seviyorum, aynı odayı paylaşıyoruz, kardeş gibi benziyoruz. Haftada iki sıcak katran gibi bir sıvıyı "Fango" ayaklarımıza sürüp, sarıyorlar, iki saat bekliyoruz. Bazan kapalı havuza iniyoruz, sepetten bir mayo seçip ılık suda yüzüyoruz, annem şişme bir yelkenli getirmiş, onu yüzdürüyorum, en güzeli hava güzel olduğu zaman teras’a çıkıyoruz, rüzgara balon köpükler üflüyorum, gök kuşağının bütün renklerine bürünüp Alp dağlarına uçuşuyorlar.

Dr Bloch ziyaretime geliyor, annem İstanbul’a giderken musevi cemaatinden koruyucu melekler bulmuş, ara sıra ziyaretime geliyor, küçük, kürkten bir kedi getirdi, elim içine giriyor, kukla gibi hareket ettirebiliyorum. Artık uyumadığım öğleden sonraları mır mır onunla konuşarak geçiyor.

Kedim hala benimle, Mercedez yok.

Ateşler içinde yanan ülkem

Ateşler içinde yanan ülkem
Beyaz sayfa, kalem, kalemin ucu hareketli, ne yazdığını hiç bilmiyorum.
Hayalimde alevler içinde yanan bir kara parçası, uzaklaşan dev bir yelkenli, iki aşık yürek ayrı kalmış, araları gittikçe açılıyor, biri alevler içinde tutsak kalmış, diğeri başka ufuklara yelken açıyor.
Ayrılan kaderler birer başlangıçtır aslında, kaybettiğimizi düşünürken yeni mitler yaratmaya koyuluruz, bunun faarkına varmamız zaman alır, taa ki yeni mit oluşana kadar.
Uzaklaşan yelkenlide Æneas , alevler içinde yanan sevgilisi ve yok olan ülkesini düşünürken üzüntüden öleceğini sandı ama yola çıkmıştı bir kere, geri dönüşü yoktu. Æneas bulantılar içinde yelkenlinin ahşap zeminine yapışmış, nefes alamadan kalbinin durduğunu hissetti, güneşe, uzakta yükselen alevlere rağmen dünyası karardı. Dido ise uzaklaşan sevgilisine bir ders verdiğini düşünüyordu, ülkesini ve kendini yaktığını düşünecekti, onun başka planları vardı.
Kartaca kraliçesi Dido kudretli ülkesinin tüm simyacılarını çağırdı, zamanın ötesine geçmek, sevgilisinin kuracağı ülkeyi binlerce yıl sonra görmek, Æneas’ın eserini anlamak istiyordu. Simyacılar düşünürken bir yandan gemisini hazırlatıyordu.
Simyacılar çöl kumlarının ortasında, dev kütüklerin yandığı ateşin etrafında törensel devinimlerle yerlerini aldılar, gökteki yıldızlar yere yapışacakmış gibi yakın duruyorlardı. Simyacılar beyaz sarık ve elbiseleriyle gittikçe hızlanan bir dans tutturdular, hiç konuşmadan kraliçelerini geleceğe yolllamanın yollarını aradılar.
Çöl kaktüslerini, derin orman mantarlarını, binbir baharatı, yer altından çıkan binbir cevheri ateşin üzerindeki kazana atıyor döndükçe yükselen bir çığlığa dönüşüyorlardı, berrak çöl gecesini sarhoş edici bir buhar, tarif edilemez bir koku kaplıyordu.
Sabaha karşı Dido gördüğü rüyadan etkilenmiş, sarhoş gibi sendeleyerek odasının pancurlarını açmaya gitti, aşağıdaki meydanda hayat hareketlenmiş, işlerine giden , dışardaki masalarda kahvelerini içen birkaç kişi gördü. Hava güneşli, biraz pusluydu, ilkbahar yaprakları yeni tomurcuklanmış, doğanın her elementi yaşama gebeydi. Mutfağa gitti, bir kahve içip rüyasını düşünmek, ona bir anlam vermek istiyordu. Başı tonlarca içki içmiş gibi ağrıyor, ayaklarını koridorda zorlukla sürüyordu.
Bugün önemli görüşmeleri vardı, bir müze projesi için aylardır durup dinlenmeden hazırladığı proje taslağını 12 kişiden oluşan kurula sunması gerekiyordu, aslında rüya çözecek zamanı yoktu, hemen kahvesini içip hazırlandı.
Mavi tayyör, krem rengi ipek bluz, kurulu etkileyecek şıklıkta olmalıydı.
Hazırladığı müze projesi ile tezat oluşturuyordu. Müze sonsuzluk işaretini simgeleyen formda Moebius bir heykel gibi kinetik bir döngüden oluşuyordu, yarısı denize uzanan müze binası baş döndürücü bir ivme ile yukarı, sonra lunaparkardaki bugibugiler gibi hızla aşağı yöneliyor, katlar gittikçe genişleyen bir spiral oluşturuyor, genişleyen yer yüzeyinin çıkmaları camdan olduğu için aşağıdaki denizin dalgaları, inip çıkan yüzey baş döndürücü bir etki yapıyordu. Dido çalışma masasındaki makete ve bilgisayarda üç boyutu gösteren projeye hayranlıkla baktı. Kendinden memnun toplantıya gitti. Başında hala bir bulanıklık, anlam vermediği rüyanın etkisiyle bir yavaşlık vardı.
Dido akşam sevgilisiyle Romanın en şık kahvesi Gilly’de buluşup başarısını nefis bir Chianti ile kutlarken Navona meydanı ışıl ışıldı, meydanı ortasındaki rönesans heykeli ihtişamlı bir geçmişi uzerinden akan suların mırıltısıyla günümüze fısıldıyordu, gözünde birden alevler içindeki ülkesi belirdi. Sevgilisine gülümsedi. Sabrina Fresko 8/10/2009